Ömer, Viyana kapısına değilse de, köye girip, kendisini kahvede karşılayan babası Dinar Usta'nın elini öptükten hemen sonra, arkadaşlarıyla birlikte Ezo'nun kapısına dayanır. Kardeşi Cin Ali'nin uzattığı tabancayı alıp bekler. Bir yandan davullar vurup zurnalar çalmaktadır… O sırada, takmış takıştırmış, gözüne sürmeler çekmiş Ezo, süzülerek evin kapısından çıkar. Onun çıkmasıyla da Ömer, tabancasını doğrultur, evin damındaki testiyi tek atışta vurup, kırar. Geleneklere göre Ezo, böylece istenmiş olur. Aynı akşam Ömer'in ailesi (Baba Dinar Ağa ile anne Hacer), Ezo'nun evine giderler. Ortalık –başta Bilal olmak üzere- şöyle bir ayağa kalksa da, Ezo'nun ‘dediğim dedik' tavrı karşısında yapılacak fazla bir şey yoktur; düğün dernek kurulur, Ezo, Ömer'le evlenir.
Evliliğin ilk zamanları oldukça keyiflidir. Tek sıkıntı, kamyon şoförlüğü yapan Ömer'in günler, bazen haftalar süren seferleridir. Dinar Ağa ve Hacer Ana, iyi yürekli insanlardır. Aile içinde Ezo'nun kendini en yakın hissettiği kişiyse, kayınbiraderi Ali'dir. Herkes ona Cin Ali der; köyün en matrak adamıdır; biraz it, oldukça kurnaz, tatlı serseri ve komik… Aklı fikri kolay yoldan para kazanmak olan Ali, bir yandan demirci dükkanında babası Dinar Usta'ya yardım ederken, bir yandan da köyde İddaaa, at yarışı, milli piyango, loto, vs.. bayiliği açmıştır. Dükkanın bir köşesinde, elden düşme iki üç bilgisayardan oluşan internet kafede, köyün bıçkın delikanlıları, ‘ahlar vahlar' içinde bilinmedik dünyaların sanal güzelleriyle ‘chat'leşirken, Cin Ali'nin yaptığının bir nevî ‘pezevenklik' olduğu bile köyde ciddi ciddi konuşulur. Ali tabii ki hakkında söylenenlere gülüp geçer; günün dedikodularını akşam olunca yengesi Ezo ile paylaşır; ikisi kırk yıllık kardeş gibidir, birbirlerini acayip eğlendirirler. Bu arada Cin Ali, kaderin garip tecellisi, en olmayacak kişinin kardeşine, hikayenin kötü adamı Bilal'in kız kardeşi Meryem'e aşıktır; hatta aşktan da ötesi, iki gencin kaçamak aşklarındaki ‘hararet' epeyce bir yükselmiştir. Ömer'e gelince… Gece-gündüz, dağ-tepe demeden, Irak-İran, arada bir de Suriye, gider gelir, aklı fikri hep geride, ‘vuslatına' bir türlü doyamadığı gül gibi karısı, yari her şeyi Ezo'da... Bulunduğu köy, yaşadığı dünya, ona dar gelmeye başlamıştır. En büyük ideali, çokça para kazanmak, karısı Ezo'yu, elinden kaptığı gibi, daha rahat soluk alacağına inandığı büyük şehirlerden birine, belki güney sahillerindeki turistik kasabalardan birine kapağı atmak ve orada daha ‘insanca' olduğuna inandığı bir hayatı yaşamaktır. Düşmanlığını asla gizlemeyen Bilal'in, ‘çevre kirliliği' gibi etrafını kuşattığını gördükçe Ömer, bu fikre daha da tutkuyla sarılır. Deliler gibi kamyonuyla gider, gelir.. yemez içmez, kazandığı her kuruşu biriktirir. Bu yoğun ve gergin çaba son zamanlarda sinirlerini yıpratmaya başlamıştır. Bir gece yarısı eve biraz telaşlı gelir. (Kamyonun kasasında birkaç kurşun deliği vardır, ancak gece karanlığında evdekilerin dikkatini çekmez) Karısı uyuduktan sonra sessizce kalkar. Ezo'nun, kendisine öz anasından hatıra kalan; gözü gibi sakınıp sakladığı ahşap oymalı, sedef kakmalı, içi kadife kaplı, büyükçe bir mücevher kutusu vardır; içindeki takılardan –manevi anlamda- çok daha değerli bir kutudur. Ömer o kutuyu alır, kadife kaplamasını özenle açar, cebinden çıkardığı bir krokiyi kutunun zeminine yerleştirir ve kadifesini gene tutturur (yapıştırır), sabahın köründe de evden ayrılır.
Birkaç gün sonra Ömer'in öldüğü haberi gelir!
Ömer, yola döşenmiş bir mayının üstünden geçerken kamyonuyla birlikte havaya uçmuştur. Kamyondan geriye kalan, yanıp kavrulmuş şekilsiz bir hurda yığını… Ömer'den geriye kalansa, nerdeyse hiçbir şey.. ceset nâmına birkaç kemik parçası, bir avuç kül ve Ömer'e ait olduğu anlaşılan birkaç özel eşya…
(Ömer'in ölümüyle ilgili hikayenin aslı ise şudur: Ömer, komşu ülkelerle Türkiye arasında sadece yasal ‘taşımacılık' işleri yapmaz. Arada bir başka şeyler de taşır. Bunların sonuncusu, Amerika'nın Irak ...
‘çıkartması'ndan sonra, ‘yeraltına' çekilen bir Baas Partisi generalidir. Amerika'nın Saddam'dan sonra aradığı önde gelen bir kişidir bu general ve partiye ait altınlarla birlikte ortadan kaybolmuştur. Ne kendi kaçabiliyordur yurtdışına, ne altınları gün ışığına çıkartabiliyordur. Sonunda General altınları gömer, gömdüğü yerin bir krokisini çizip yanına alır; Ömer'in kamyonuyla birlikte Türkiye'ye geçmek üzere yola çıkar. Ancak kamyon, sınıra yakın bir yerde kurşun yağmuruna tutulur. Ömer, ateş altında kaçmayı başarır. Ne var ki General, aldığı yaralarla ölür. Ömer, belayı atlattıktan sonra cesedi kamyondan indirip, yol kenarındaki bir çukura gömer, hatta üzerini taşlarla kapatıp, başucunda bir de fatiha okur ama Generalin cebindeki krokiye de el koymayı ihmal etmez. O gece Ezo'nun kadife kutusuna gizlediği de, altınların yerini gösteren bu krokidir.
Bu olaydan iki gün sonra Ömer, Kuzey Irak bölgesinde bir arkadaşıyla birlikte ıssız bir yerde mola verir. Mola sırasında uğradıkları baskında kamyonları uzaktan atılan roket mermisiyle havaya uçurulur. Mermi atılmadan az önce Ömer kamyondan inmiştir. Arkadaşı, kamyonla birlikte havaya uçar. Bulunan kemikler ve küller, Ömer'in arkadaşına aittir. Ömer, peşine kötü adamların takılacağından adı gibi emin olduğundan, hemen köye gitmez. Kaçmayı dener;dağlara vurur; ancak, altınları ve Baas Parti'li generali takip eden adamlardan kaçarken, bu kez de dağdaki eşkıyanın eline düşer. )
Ömer'in ardından köyde ağıtlar yakılır. Ezo elbette perişan olur. Sebebini açıklayamadığı bir şekilde, belki sadece garip bir hisle, Ömer'in öldüğüne bir türlü inanamaz. Geceleri rüyasında –ki bu rüyalar kimi zaman kâbusa dönüşür- Ömer'i görür. Ömer, anlaşılmaz laflar eder karısına; sanki bir şeylere işaret etmek ister gibidir.
“..sanki yaşıyor gibi” der, Ezo.. “..sanki gelecekmiş gibi, bekle, der gibi…” Ezo beklemeye başlar. Köyün girişindeki ‘bekleme taşına' çıkar ve gözlerini ufka dikerek, sayısız gün batımı bekler. (Kocaman bir kayadır aslında üstüne tüneyip beklediği; ismini Ezo'nun bitip tükenmez bekleyişlerinden almıştır)
Aradan birkaç ay geçer. Ailenin matem faslı biter ama Ezo'nun delicesine bir saplantıyla bekleyişi bitmez. (Buraları kısa geçeriz) En zor anlarında, en yakınında, kardeş bildiği, kardeşten öte ‘can' bildiği Cin Ali vardır.
Ezo, Ömer'in ölümünden sonra da Dinar Ağa ile Hacer Ana'nın evinde yaşamayı sürdürür. Bu iki insan (ve elbette Cin Ali), Ömer'in hatırası olarak Ezo'yu bağırlarına basarlar. Derken Ömer'le evlendikten sonra ‘uykuya' yatan Bilal'in, Ezo ‘iştahı', bu süreçte tekrar uyanır. Gene baskılar, gene taciz… Bilal'in gizliden gizliye Cin Ali'yi kışkırtmaları: “Yengeni ikna et, yoksa Meryem'i nah alırsın!” Cin Ali de bezmiştir Bilal'in sıkıştırmalarından. “Tamam, ayarlıyıcam bu işi, söz” der, çekip gider. Aile o gece oturur, kendi içlerinde uzun uzun (biraz da kara kara, ne yapacaklarını düşünürler)
Cin Ali, ertesi sabah, Bilal'in kapısına dayanır:
“Ağam kusura bakma, anamla babam Ezo'yu vermişler!” Bilal'in tepesi atar, gözü döner: “Kime vermişler lan?!!”
“Bana!!!”
Bilal, önce Ali'nin kıçını bir güzel tekmeler, sonra hızını alamaz, duvardaki tüfeğine uzanır; peşinden saçma yağdırırken Cin Ali, tabana kuvvet kaçar.
Cin Ali'yle, Ezo, imam nikahıyla evlendirilir. Herkes karı koca bilse de, onlar gene eskiden olduğu gibi bacı-kardeştir. Geceleri odalarından –tıpkı eskiden olduğu gibi- kahkaha sesleri gelir; gerçi bu kahkahalar, “cilveleşmenin dozunu biraz fazla kaçırdılar” şeklinde yorumlanır, hatta yer yer, “..tamam evlendirmesine evlendirdik de.. ama insan ağasının
karısıyla bu kadar da mutlu olmaz ki, ayıp denen bir şey var!..” türünden yorumlar devreye girse de, onların ilişkilerinde değişen bir şey yoktur. Gelgelelim, çevrelerindeki çember giderek daralmaktadır. Bir yandan Bilal'in baskıları, bir yandan çevreden, “E hadi ama nerde kaldı bu çocuk?” diye tutturanlar!.. “İlle de çocuk” diye gözlerini dört dikmiş, Meryem'in karnına bakanların savunduğu başlıca tez şudur: “Hadi Ömer'i anladık, rahmetli mütemadiyen seferiydi.. kamyona binmekten vakti olmuyordu.. ya bu Cin Ali'ye ne demeli?.. Bunlardan biri kısır ama acaba hangisi?”
Bütün bunlar yetmiyormuş gibi bir de son zamanlarda köyde ve köyün çevresinde dışarıdan gelen garip adamlar peydahlanmaya başlamıştır; kimileri sınırın ötesinden gelen Araplar, kimileri koyu renk elbiseleri ve aynalı güneş gözlükleriyle, lüks arabalar içinde büyük şehirlerden gelme süzme ‘itler'… Bir iki gün kalıp, etrafta ‘rahmetli' Ömer'le ilgili tuhaf sorular sorup giderler ve ne tesadüftür ki, bunların çoğu da, en azından bir kahve içimi Bilal'in yanına uğramayı ihmal etmezler!
Sonunda Ezo ve Ali, köyde kaynayan bu kazana daha fazla dayanamazlar. Plan kurulur. Ezo, Antakya'daki Ebe Ana'nın yanına kaçacaktır.
( O Ebe Ana ki, kafası kızınca, “Ulan bu köyün en az yarısını ben doğurttum, hay elime sıçayım!” diyecek kadar biraz ağzı bozuk, fazlasıyla dobra bir kadındır. Rivayet odur ki, Ebe Ana, dünyaya gelmesine vesile olduğu ‘ürünlerden' ötürü yaşadığı derin hayal kırıklığıyla mesleği bırakmış, dünya tatlısı, aklı ve yüreği aydınlık bir kişi olan kocası Müezzin Hasan Efendi ile, memleketi Antakya'ya yerleşmiştir. ) Ezo ve Cin Ali, bir sabah kamyonetle evden ayrılırlar. Kasabaya doktora gideceklerdir. Ezo, bohçasını da ‘çaktırmadan' bu arada kamyonete atmıştır; tabii yanından hiç ayırmadığı aile yadigarı mücevher kutusunu da… Akşamüzeri Ali, yayan yapıldak, kafa göz dağılmış köy yolunda görünür. Merakla soranlara verdiği cevap baştan ezberlenilmiş şu repliktir: “Su içmek için bir çeşme başında durduk. Ezo kafama bir şey vurdu, kaçtı!” Köylü şaşkındır. Ali'nin kafasındaki yarığa bakarak ikna olurlar. Ertesi günde kamyonet, olay mahallinden birkaç kilometre uzakta, şehirlerarası karayoluna yakın bir noktada bulununca yorumlar netleşir:
“Ezo bir otobüse atlayıp gitti!
“Artık hangi cehenneme gittiyse?..”
“Kesin sermaye olur, yakında alırız haberini!”
Ezo, Antakya'ya, Ebe Ana'nın yanına kaçtıktan sonra hayatında yeni sayfa açılır. Genç kadın, sırtını başkalarına yaslayarak hayatını sürdürecek ‘sığınmacı' bir kişilikten çok uzaktır. Ebe Ana ile Hasan Efendi'nin “..dur telaş etme” demelerine aldırmadan hemen kendi hayatını kurmak için çabalamaya başlar ve tabii ki fırsat buldukça gizliden gizliye Cin Ali'yle haberleşir. Ali, fırsat buldukça etrafa pek belli etmemeye çalışarak atlayıp, yengesini görmeye gider, “bir ihtiyacı var mı?” diye, yoklar. Ezo, gene ve hâlâ Ömer'i beklemektedir. Rüyalarında Ömer görünmeye devam etmektedir ona; inatla ve ısrarla… Cin Ali, umutsuzca, içi titreyerek, ama acısına büyük saygı göstererek dinler yengesi, bacısı, Ezo'yu. Ezo, yana yakıla aynı şeyleri anlatmaktadır:
“Bu kadar rüya boşuna olamaz Ali” der, “..gaipten duyduğum bu sesler.. Kaç sefer dualar ettim, yatırlara gittim, adaklar adadım.. dedim ki, eğer Ömer'im ölmüşse Rabbim ölmüş yüzünü göstersin bana… Ertesi gün Ömer'i rüyamda gene gördüm.. hiç görmediğim kadar capcanlı gördüm!”
Bu sıralarda, eşkıyanın elinde tutsak olan Ömer, bir yolunu bulur ve kaçar
Ezo, önce eski bir sabun fabrikasından bozma Antakya'nın en lüks eğlence mekanına temizlikçi olarak girer. Kısa bir süre içinde, kıvrak zekası ve becerikliliğiyle dikkat çeker; kılık kıyafeti değiştirilir, hafif makyaj yapılır kendisine; ortaya bambaşka bir kadın çıkmıştır. Ezo, vestiyere yerleştirilir.
Kaçtıktan sonra bin bir yolu deneyerek ve izini kaybettirerek, gecenin karanlığında, sessizce ve tebdili kıyafet, köyüne yaklaşır Ömer. (Zaten insan kılığından çıkmıştır, tanınmaz haldedir) O ânâ kadar ölümlerden dönmüştür ama şimdi duydukları ölümden beterdir. Ezo, kardeşi Cin Ali'yle evlenmekle kalmayıp, üstüne üstlük bir de evden kaçmış ve kötü yola düşmüştür. Ömer, gece yarısı, en yakın arkadaşı, sırdaşı ve kankardeşi Hasan'ın camına tıklatır. Hasan, Ömer'i karşısında görünce adeta şok geçirir. Ömer'in duyduğu her şeyi doğrular. Ezo'nun evden kaçtığını da… Nerde olduğunu kimseler bilmiyordur Ezo'nun… Yalnız, Cin Ali, son zamanlarda sıkça Antakya'ya gidip gelmektedir ama… “günahı boynuna!” Ömer, kendisinden kimseye bahsetmemesini ister Hasan'ın; geldiği gibi gene sessizce ama içinde büyük bir öfke ve kırgınlıkla, kimselere görünmeden köyden uzaklaşır.
Bu arada Ezo'nun Antakya'daki lüks eğlence mekanında devam eden iş hayatı bir gece beklenmedik bir şekilde sona erer. Oldukça ünlü ve zengin bir kadının vestiyere bırakılan giysisinin yakasındaki pahalı bir aksesuar (pırlanta iğne, broş, vs..) kaybolur. Dikkatler Ezo'nun üzerindedir. Zengin kadın Ezo'yu, hırsızlıkla suçlar, ayaküstü büyük bir cıngar kopar. Ezo, polislerin ortasında yaka paça karakola götürülmek üzere mekandan çıkartılır. Tam bu sırada karşı sokağın köşesinde dikilen Ömer, Ezo'yu, eğlence yerindeki ‘iş kıyafeti' ve makyajlı haliyle görür. Sinirinden yumruklarını dişler; öfkeden midesine kramp girer, olduğu yerde iki büklüm kıvrılıp kalır; Ezo'nun ‘kötü yola' düşmesiyle ilgili olarak söylenen her şeyin doğru olduğunu gözleriyle görmüştür(!)
Ezo, karakolda nezarete atılır. Eğlence mekanında çalışan garson arkadaşları, kayıp iğneyi birkaç saat sonra bulup getirirler. İğne, kadının oturduğu iskemlenin altından çıkmıştır. Ezo aklanır. Mekanın patronu, Ezo'ya karşı epeyce mahcuptur, özür diler, işe devam etmesini ister, dahası, oldukça da etkilenir bu alışılmadık, hırçın bakışlara sahip Ezo'dan… Kendi deyişiyle “..vahşi bir kedi kadar yırtıcı ve cazip” gelmiştir Ezo bu adama… Adamın adı, Rıfat…
Kısa süre işsizlik yaşayan Ezo'nun bu durumu fazla uzun sürmez. Ebe Ana'ya kulak verecek olursak, “..bir kapıyı kapatan Allah, eninde sonunda başka bir kapıyı açacaktır” Nitekim açar da… Ancak açılan bu yeni kapı, hiç de hesapta olmayan bir yerin.. bir kilisenin kapısıdır! Ezo baştan afallar: “Bu ne biçim kapıymış böyle, gavur kapısı” diyecek olursa da Müezzin Hasan Efendi, anında ‘tavrını' koyar. Öncelikle ‘gavur' türünden laflar cahilce edilmiş laflardır, bu bir.. Neticede, yeryüzünden geçmiş ve geçecek her insana, aynı Tanrı tarafından can verilmiştir ki, o zaman da bizlere düşen tıpkı Yunus gibi düşünmektir: “Yaratılanı severiz, yaratandan ötürü” , etti iki… Üçüncüsü ve belki diğerleri kadar önemli olmasa da Müezzin Hasan Efendi'yi şu sıralar en çok ilgilendireni, söz konusu kilisenin papazına karşı son günlerde tavlada şansının bir türlü yaver gitmeyişidir; ama sırf bunun için de adama göz göre göre ‘gavur' denmesine razı gelemez ki canım!..
Ezo kilisede, ‘temizlikçi' olarak çalışmaya başlar. Yaşlı, güler yüzlü, cana yakın, son derece sevimli biridir Peder Manulas. Ezo, bunaldığı zamanlarda bir koşu iki sokak ötedeki Galip Dede türbesine gider, duasını eder, sonra tekrar işinin başına döner.
Ezo, önce eski bir sabun fabrikasından bozma Antakya'nın en lüks eğlence mekanına temizlikçi olarak girer. Kısa bir süre içinde, kıvrak zekası ve becerikliliğiyle dikkat çeker; kılık kıyafeti değiştirilir, hafif makyaj yapılır kendisine; ortaya bambaşka bir kadın çıkmıştır. Ezo, vestiyere yerleştirilir.
Kaçtıktan sonra bin bir yolu deneyerek ve izini kaybettirerek, gecenin karanlığında, sessizce ve tebdili kıyafet, köyüne yaklaşır Ömer. (Zaten insan kılığından çıkmıştır, tanınmaz haldedir) O ânâ kadar ölümlerden dönmüştür ama şimdi duydukları ölümden beterdir. Ezo, kardeşi Cin Ali'yle evlenmekle kalmayıp, üstüne üstlük bir de evden kaçmış ve kötü yola düşmüştür. Ömer, gece yarısı, en yakın arkadaşı, sırdaşı ve kankardeşi Hasan'ın camına tıklatır. Hasan, Ömer'i karşısında görünce adeta şok geçirir. Ömer'in duyduğu her şeyi doğrular. Ezo'nun evden kaçtığını da… Nerde olduğunu kimseler bilmiyordur Ezo'nun… Yalnız, Cin Ali, son zamanlarda sıkça Antakya'ya gidip gelmektedir ama… “günahı boynuna!” Ömer, kendisinden kimseye bahsetmemesini ister Hasan'ın; geldiği gibi gene sessizce ama içinde büyük bir öfke ve kırgınlıkla, kimselere görünmeden köyden uzaklaşır.
Bu arada Ezo'nun Antakya'daki lüks eğlence mekanında devam eden iş hayatı bir gece beklenmedik bir şekilde sona erer. Oldukça ünlü ve zengin bir kadının vestiyere bırakılan giysisinin yakasındaki pahalı bir aksesuar (pırlanta iğne, broş, vs..) kaybolur. Dikkatler Ezo'nun üzerindedir. Zengin kadın Ezo'yu, hırsızlıkla suçlar, ayaküstü büyük bir cıngar kopar. Ezo, polislerin ortasında yaka paça karakola götürülmek üzere mekandan çıkartılır. Tam bu sırada karşı sokağın köşesinde dikilen Ömer, Ezo'yu, eğlence yerindeki ‘iş kıyafeti' ve makyajlı haliyle görür. Sinirinden yumruklarını dişler; öfkeden midesine kramp girer, olduğu yerde iki büklüm kıvrılıp kalır; Ezo'nun ‘kötü yola' düşmesiyle ilgili olarak söylenen her şeyin doğru olduğunu gözleriyle görmüştür(!)
Ezo, karakolda nezarete atılır. Eğlence mekanında çalışan garson arkadaşları, kayıp iğneyi birkaç saat sonra bulup getirirler. İğne, kadının oturduğu iskemlenin altından çıkmıştır. Ezo aklanır. Mekanın patronu, Ezo'ya karşı epeyce mahcuptur, özür diler, işe devam etmesini ister, dahası, oldukça da etkilenir bu alışılmadık, hırçın bakışlara sahip Ezo'dan… Kendi deyişiyle “..vahşi bir kedi kadar yırtıcı ve cazip” gelmiştir Ezo bu adama… Adamın adı, Rıfat…
Kısa süre işsizlik yaşayan Ezo'nun bu durumu fazla uzun sürmez. Ebe Ana'ya kulak verecek olursak, “..bir kapıyı kapatan Allah, eninde sonunda başka bir kapıyı açacaktır” Nitekim açar da… Ancak açılan bu yeni kapı, hiç de hesapta olmayan bir yerin.. bir kilisenin kapısıdır! Ezo baştan afallar: “Bu ne biçim kapıymış böyle, gavur kapısı” diyecek olursa da Müezzin Hasan Efendi, anında ‘tavrını' koyar. Öncelikle ‘gavur' türünden laflar cahilce edilmiş laflardır, bu bir.. Neticede, yeryüzünden geçmiş ve geçecek her insana, aynı Tanrı tarafından can verilmiştir ki, o zaman da bizlere düşen tıpkı Yunus gibi düşünmektir: “Yaratılanı severiz, yaratandan ötürü” , etti iki… Üçüncüsü ve belki diğerleri kadar önemli olmasa da Müezzin Hasan Efendi'yi şu sıralar en çok ilgilendireni, söz konusu kilisenin papazına karşı son günlerde tavlada şansının bir türlü yaver gitmeyişidir; ama sırf bunun için de adama göz göre göre ‘gavur' denmesine razı gelemez ki canım!..
Ezo kilisede, ‘temizlikçi' olarak çalışmaya başlar. Yaşlı, güler yüzlü, cana yakın, son derece sevimli biridir Peder Manulas. Ezo, bunaldığı zamanlarda bir koşu iki sokak ötedeki Galip Dede türbesine gider, duasını eder, sonra tekrar işinin başına döner.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder